İncelik, nezafet, hareket adamı olması gereken müslüman çeşitli hayat tarzlarının sürükleyici ortamına karşı çoğu zaman tavrını ortaya koyarak kendisinden bekleneni gösteremiyor. Ya alabildiğine aşağılık kompleksi içinde gevşeyip kendisini ortama kaptırarak taviz taviz üzerine veriyor. Yahut aşırı hiddete kapılarak çevresini kırıp geçiriyor. Hâlbuki inandığı hayat tarzını çekinmeden, sıkılmadan ve nefsinden garip şeyler katmadan önce yakinen öğrenip sonra yaşayarak ortaya koysa hem nefsini ve neslini korumuş hem de uçurumdan aşağı giden insanlığın imdadına koşup ona derman olacaktır. İşte bunun adı salih amel sahibi olmaktır. Hâlbuki samimiyetten uzak Batı medeniyetinin asırlardır bize aşıladığı husus bilgi hamallığıdır. Oysaki yaşanmayan ilmin hiçbir hükmü olamaz.
Merhum Necip Fazıl Kısakürek Destan adlı şiirinde İslâmdan kopuk
sosyal hayatımızın bizi nasıl çıkmazlara sapladığına işaret ettikten
sonra halimizi şöyle özetler:
Durum diye bir laf var, buyurunuz size durum
Bu toprak çirkef oldu bu gökyüzü bodurum
Bir şey koptu benden şey, her şeyi tutan bir şey...
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık ne yaptılar mukaddes emaneti
Bizden kopan husus her güzel şeyin mayası, aslı olan Kuran ve Sünnetteki
emirlerdir. İslam düşmanları bu hükümleri sulandırıp rüyalarına giren genç
nüfusumuzun şahsiyet sahibi olmaması için her türlü şenaati rezilce işlemektedirler.
Kaldı ki merhumun kendine has üslubu ile ifade ettiği mukaddes emanet
kavramının içine sadece İslamın beş şartı girmiyor. Her an sönme tehlikesi
geçiren imanımızın koruyucusu, sağlıklı yaşamanın temeli, izzet ve vakarımızın
mihenk kaynağı olan Sünnet-i Seniyyeye tam intibak halindeki ahlâkımız ve yirmi
dört saatlik gündelik hayatımıza parmak basılıyor. Bugün bu hususlarda yığınca
kitaplar yazılıp okunuyor, sohbetler ederek gözyaşları döküyoruz ama ardından
çoğu kez vurdumduymazlar gibi eski alışkanlıklarımıza kaldığımız yerden dalıp
gidiyoruz. Cahiliye döneminin zifiri karanlığına rağmen sahabenin pişip
yetişmesindeki prensibi hatırlayalım. Onlar Kuran ayetlerine dört elle sarılıp
bir âyeti sadece yüzünden okumakla yetinmiyor manasını çok iyi kavrayarak
hayatlarına geçirmeden diğer bir âyete geçmiyorlardı.
Batılı hayata özendirilip tahkik etmeden balıklama daldığımız
günden beri nefsin emirlerini ambalajlayıp sureti haktan göstererek Allahın
emirlerini son plana koyduk. İnsanı yaratılmışların en şereflisi olan
makamından yuvarlayıp hayvandan bile aşağı seviyelere düşürecek yolları medeniyet
diye takdim ederek dünyevileştik. Buna sekülerizm
diye bir kılıf bulduğumuz gibi insanın başına derdi, sıkıntı ve belâları açan
şeytanın tuzağındaki nefsi izzet-i
nefs payesiyle yücelttik. Karşı çıkanları siyonizmin sinsi tuzağı ile
çağdışı ilan etmekle kalmayıp ilerleme haklarını ellerinden aldık.İşte nefsin
sürüklediği çağın çeşitli sosyal hastalıklarının başında da çok yeme, çok uyuma
ve çok konuşma gelmektedir.Bu sakil hal de tabiatiyle zalim ve zulme karşı
hassas duruşumuzu bozdu.Halbuki dünyanın gerçek mimarı olmak için yaratılan
müslüman en güzel örnekler sergileyen neslini unutarak dengeli ve tedbirli
hareketlerin dışına kaymakla dünya sarhoşu olmaya gidiyor.
Beslenmede önemli olan temel gıda maddelerinden yeteri kadar alıp
fazlasından kaçınmak esas olduğu halde, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında bir
öğün olan günlük beslenme daha sonra Kanuni Sultan Selim zamanına kadar iki öğün
olarak devam ettirilmiş fakat daha sonra çığırından çıkarılıp üçe hatta dört
öğüne çıkardığımız yetmez gibi düşüncemizi bu konuda yoğunlaştırıp rehavete büründük.
Hâlbuki Allahın yüce Resulü (s.a.s.) Bir Müslüman mideden daha kötü kap doldurmamıştır. buyurmadı mı?
Davet ve misafir ağırlamada çoğu kez fakirleri ihmal edip menfaat çevresine
öncelik verirken öte yandan ağzımızdan Allahın rızası tabiri de hiç düşmez
oldu. Bir de bunların çoğunlukla kontrol dışı ve aşırı kazanç hırsı ile zararlı
maddeler içerdiğini düşünürseniz acıklı halimiz ortaya çıkıyor. O zaman hastanelerde
yer bulunmadığından ve ilaçların yetersiz kaldığından, huzur ve sükunun
yokluğundan şikâyete bir hakkımız kalır mı dersiniz? Sağlığını koruyamayan
zulüm karşısında ne kadar sağlıklı düşünür ve hakkı ortaya koyabilir acaba?
Bugünkü bitip tükenmek bilmeyen yolsuzluklara kapı açan ve koca Osmanlıyı
darma duman eden Siyonist İttihat Terakki Cemiyeti şairlerinden Tevfik Fikret
bile onlara dayanamayacak hale gelip istihza ediyordu:
Yiyin efendiler yiyin bu hân-ı iştiha sizin
Patlayınca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin
Durmayın tıkın tıkıştırın, sıkın, sıkıştırın
Yiyin efendiler yiyin
çatlayıncaya kadar yiyin
Yüce kitabımız Kurandaki kıssalar geçmiş kavimlerin azgın hayatından
bahsederken aslında müslümanı her an diri tutma hedefi taşır. Yok, olup
gideceği akla bile gelmeyen Roma İmparatorluğunun hayatını kaleme alan
tarihçiler bilhassa devrin idareci ve şövalyelerindeki doymak bilmez yemek
sarhoşluğundan bahsederler. Tıka basa yiyip birbirlerini göklere
çıkaran zırva konuşmalarla yağlarken ardından tekrar yiyebilmek için
parmaklarını ağızlarına sokup kendilerini affedersiniz kusmaya zorlarlardı.
Rasulullah (s.a.s.)sağlık, huzur ve afiyet kaynağı olarak midenin üçte
birini yemek, üçte birini su ve geriye kalanının da rahat nefes için boş
bırakılmasını emretmektedir. Acaba bugün buna riayet eden insanımız ne
kadardır? Yine Efendimiz şöyle buyurur: Kalpleri
fazla yemek ve içmekle öldürmeyiniz. Çünkü kalp ekin gibidir. Ekinin üzerinde
su çoğaldı mı ölür. Gerçekten fazla yemek insanı ağırlaştırıp rehavete
salarken, mide rahatsızlıkları baş gösterdiği gibi insanı tembellik ve uyku
sardığını çok iyi bilirsiniz. Özellikle son yıllarda her köşe başında batıdan
ilham alınarak açılan Fast-food (acele yemek yeri)larda ayakta tıkıştırılan
olur olmaz şeyler insanımızı mide fesadına uğrattığı gibi afiyet ve huzur
içindeki bereketli sofralardan bizi mahrum bıraktı. Hikmet sahibi ve Kuran-ı
Kerimde adı ile anılan bir surenin bulunduğu Lokman Hekim oğluna şöyle diyor:
Ey oğul mideyi doldurduğun zaman,
fikir uyur. Hikmet dilsiz olur. Azalar ibadetten bıkıp otururlar.
Bu, şekilde hareketle ne fikri ve kültürel toplantılardan, ne de alınan
önemli kararlardan çoğu zaman fayda ve katkımız olmuyor. Fahri kâinat
Efendimizin (s.a.s.) çeşitli ülke hükümdarlarına gönderdiği mektuplardan biri
de Mısır liderine yazılmıştı. Mukavkıs bunun mukabilinde çeşitli hediyelerle
birlikte uzman bir hekim göndermişti. Hekim üç yıla yakın Medinede kaldığı
halde başvuran olmadı. Artık geri dönmek için izin istemeye gittiğinde
Peygamberimizden (s.a.s.) müslümanların yabancı bir hekime niçin gelmediklerini
sormuştu. Efendimiz tatlı tebessümü ile müslümanın Sünnete sımsıkı uymak kaydı
ile kolay kolay hastalanmadığı için başvurmaya gerek duymadığını ifade buyurdular.
Müslüman tıka basa yemeden ve hatta tam doymadan sofradan kalkar ve acıkmadan
da yemeğe oturmaz. Onun içindir ki, Peygamberimiz; Mümin kimse bir karınla, münafık ise yedi karınla yer buyurur.
Hatırlanacağı gibi üzerinde bulunduğumuz bu toprakları Diyar-ı Rumdan
Anadolu haline çeviren fazilet ve gönül erleri Âhiyan-ı Rum, Bâciyan-ı Rum ve
Abdalân-ı Rum denilen, İslamı yaşayan ve yaşatan bacı, kardeş ve hak aşığı
insanlar topluluğu idi. Abdalân-ı Rum ocağı erlerinden bahsederken Abdullah bin
Sehl Et-Tüsteri şöyle diyor: Karınlarını
aç bırakır, fazla uyumaktan çekinir, sükûta alışır ve kendilerini hakka
verirlerdi. Tarih boyunca Allahın veli kulları mecliste yemek yokken
yemek üzerine konuşmaktan kaçınır, yemeği azımsayıp ayıplamaz, helâl yemeğin
bile fazlasından sakınırlardı. Zira kazanç ve lokmasında helâli ve yeter olanı koruyamayanlar
israf ve yalana kapı açmış olur. Öte yandan birlikte ve bir kaptan yemek Sünnet
olduğu gibi lokmaların iyice çiğnenmesi de onun cümlesindendir. Efendimizin
(s.a.s.) evlerde başucumuza asmamız gereken hadisi şeriflerinden birisi de
şöyledir: Âdemoğluna belini
doğrultacak kadar birkaç lokma yeterlidir. Geçen gün bir fakiri
araştırıyordum. Eline geçeni hemen yiyip geriyi düşünmüyorlar dedi komşusu...
Üç kuruş para uğruna telefon reklamları ile insanları bedava diye
konuşma yarışına iterek bunu bir salgın hastalık haline getirdiğimiz gibi
insanın itibarını da ayaklar altına alıp onu sunileştirdik. Hâlbuki ağızdan
çıkan her sözden insanın sorumlu olduğunu ve her sözün torpil tanımayan,
bozulmayan, yıpranmayan kayıtlar altına alındığını ve annenin evladına bile
bile faydasının olmayacağı o dehşetli hesap gününde insanın suratına
çarpılabileceğini müslüman olarak niçin aklımıza getirmiyoruz acaba? Öte yandan
çeşitli toplantılarda süslü edebiyata, dalkavukluklara, yalana yer veren
konuşmalar asrımızın gerçekten en salgın hastalıklarından biri haline
gelmiştir. Toplumun temel dinamiklerinden olması gereken müslümanın her hali
gibi yemesi, konuşması ve hatta uyuması bile ölçülü ve örnek olmak borcundadır.
Fazla yemek, fazla uyumak ve fazla konuşma insanları aşağıların en aşağısı
seviyesine indirir ve bu konularda dikkatli olmayan kişilerin sonu hüsranla
biter.
Her konuda israfa sürüklenmekte olan insanlık âleminin seksen yıl
öncesinden dikkatini çeken Bediüzzaman Said Nursi Lemalar eserinin otuzuncu
bölümünde kendini çekip çevirerek kontrol altına almayan ve israfa dalanlara
şöyle seslenir: Ey israflı, iktisatsız
ey zulümlü, adaletsiz... ey kirli, nezafetsiz bedbaht insan! Bütün kâinatın ve
bütün mevcudatın düstur-i hareketi (hareket prensibi) olan iktisat ve nezafet
ve adaleti yapmadığından, umum mevcudata (bütün yaratılmışlara) muhalefetinle,
mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar oluyorsun. Neye dayanıyorsun
ki: Umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla (ölçü tanımazlığınla), israfınla,
nezafetsizliğinle (kirli halinle) kızdırıyorsun?..